3 Ocak 2017 Salı

MEHMET ÖZTEK RÖPORTAJI

Röportaj: Bekir Türker

Natama Yayınları’nın ilk dört kitabından birisi de Mehmet Öztek’in, “Herkes İyi Mi?” isimli kitabıydı. Yedi yıl sonra tekrar kitap çıkaran şairi önce twitter adresinden bir süre takip ettim. Ardından röportaj teklifimi ilettim. Cevabın ardından Sentetik Rüyalar isimli ilk kitabını bir sahaf sitesinden zor da olsa bulabildim. Bu sırada Mehmet Öztek de bana Heves dergisinin eski sayılarını, kendisinin son kitabını ve daha önce kendisiyle yapılmış olan bazı söyleşileri gönderdi. Bunlar hem benim çalışma alanımı genişletti hem de soracağım sorularda tekrara düşmemi engelledi. Aşağıdaki söyleşide, sorulara cevap verirken cevabı size öğretmeye çalışan, özveriden kaçınmayan bir şairi göreceksiniz. 2016’nın en iyi söyleşisi sizlerle...


Ece Ayhan, Nazım Hikmet’in sürgündeyken yazdığı şiirlerin kötü şiirler olduğunu söylüyor. Saman Sarısı’nı ise beğenirken kurgusunun zayıflığı nedeniyle eleştiriyor. Bu kötüye gidişin gerekçesi olarak da dilinden uzak kalmasını göstermişti. Mehmet Öztek, şiirinde günlük dili kullanmaktan ziyade onu değiştirmenin imkânlarını arayan bir şair olmasına rağmen, dilden uzak kalmanın sıkıntılarını çekiyor mu? Bu iddia günümüzde iletişim imkânlarının gelişmesiyle birlikte şu zamanda da geçerli midir? Bildiğim kadarıyla siz de 6-7 yıldır Türkiye dışında yaşıyordunuz…
Bir şairin yazdığı dilin coğrafyasından, sosyal ve kültürel havasından ayrı kalması elbette ki hareket alanını kısıtlayan bir durum; sadece dilden değil, dili dil yapan tüm canlı organizmaların nabzını tutmaktan da uzak kalmak demektir ki bu Nazım Hikmet’in yaşadığı dönemde çok daha öyleydi…  Ne var ki Nazım Hikmet bu olumsuz durumu -ilk dönemlerinde de yurtdışında olmasına rağmen- Türk şiirinin ana uğraklarından biri olan bir şiir yazarak avantaja dönüştürmeyi başardı. Bu bakımdan, Nazım Hikmet’in son dönem şiirlerini yurtdışında olmaktan ayrı bir bağlamda ele almak gerekir; yaşlılık ya da şiirsel bağlamda söyleyecek olursak tekrara düşme, fiziki koşullardan çok şiir motivasyonu ile ilgili bir şey, denemeye takati ya da hevesi kalmamak da diyebiliriz. Türkiye’de yaşayıp da ölene kadar ilk yeniliklerinin üzerine çok daha erken yaşlarda yatan, şiiri kendileriyle başlatıp bitiren, genç şiiri okumadan bitkisel bir şiir hayatını tercih eden şairleri de hatırlayalım.
Ece Ayhan’ın Nazım Hikmet’in son dönem şiirleri için ima etmeye çalıştığı parıltısızlık, olsa olsa Türk şiirinin o dönemdeki çalkantılarına “yabancı” kalmasıyla ilişkilendirebilir; ağır mı, evet ağır bir eleştiri. Şuraya da bağlayabiliriz; İkinci Yeni şairleri içinde Nazım Hikmet’le en çok savaşan, demem o ki O’nu en çok önemseyen de Ece Ayhan’dır. Devlet ve Tabiat’ı yazana kadar uzun bir süre Nazım Hikmet’in tersine kapalı ama bir o kadar da politik -kendi deyimiyle etik- bir şiire yönelmesini de bir bakıma Nazım Hikmet’e çalım atma çabası olarak okuyabiliriz. Ece Ayhan Nazım Hikmet’e “Neden bizi hakkıyla okumadın, hakkımızda tek kelime dahi etmedin?” diye kızıyor olabilir mi, sorulardan bir soru bu.
Nazım Hikmet ve yurtdışı demişken “karlı kayın” şiirini hatırlatmadan edemeyeceğim: “Yedi tepeli şehrimde/ Bıraktım gonca gülümü/ Ne ölümden korkmak ayıp/ Ne de düşünmek ölümü”. Nazım Hikmet, Türkçenin bu en güzel şiirlerinden birini Rusya’ya “kaçmak” zorunda kalmasaydı yazamayacaktı belki de. Hapisteyken yolunu gözleyen, hasretinden dillere pelesenk şiirler yazdığı “gonca gül”üne -Münevver mi Piraye mi?-  tam da hapisten çıkıp ona kavuşacakken Yeditepeli Şehir’de bırakıp Rusya’ya gitmesini anlatan dizelerdir bunlar. Hem çok sevdiğim, hem de Yeditepeli Şehir’de hevesi kursağında kalanın yerine kendimi koyduğumda “gonca gül” olmaktan da muktedirlerden de nefret ettiren dizeler bunlar.
Nazım’la kıyaslanmak gibi algılanmasın, yurtdışında olmak bağlamında bana dönecek olursak; işim gereği son 6 yılın 4 yılını yurtdışında geçirdim. Birleşik Arap Emirlikleri, Azerbaycan, Rusya’nın Sibirya bölgesi ve Cezayir’de çalıştım, hala Cezayir’deyim. Gittiğim her ülkede, şantiyede çalışanların çoğu Türk olduğu için, müşteri ve ana yüklenici ile yaptığımız toplantılar bir de yerel personelle diyalog dışında Türkçeden hiçbir zaman kopmadım. Şantiye hayatı bir çeşit açık hava hapishanesine benziyor, Türkiye’nin ve dünyanın her köşesinden bin bir çeşit insan bir tesisi kurmak için bir araya geliyor. Halkın reflekslerini görmek bakımından içinde bulunduğum çalışma ortamı Türkiye’nin herhangi bir ilinde yaşamaktan daha cazip diyebilirim. Öte yandan bu “hapis” hayatı tersinden bir motivasyon da sağladı bana; Türkiye’den ve güncel şiirden uzak kalma endişesi ile en kötü dergileri de bir şekilde getirtip 1-2 ay gecikmeli de olsa takip etmeye çalıştım; Mühür ve Şiir Özlüyorum dergilerini bile takip etmeyi bırakmadım, zulme bak mı diyeyim, sen getir üstünü mü diyeyim J 
“dili kullanmaktan ziyade onu değiştirmenin imkânlarını arayan bir şair” dedin; bu iltifatı aldım ve kabul ettim ama bir eklemeyle: Şiirde dil üzerine düşünmenin başka bir deyişle şiirin bizatihi malzemesini öne çıkarmanın günümüzde artık çok havalı bir tarafı var; bunun için özellikle İkinci Yeni şairlerine; 90’lardan sonra başta Enis Akın’a, Necmi Zeka’ya, Tarık Günersel’e, beyaz manto’ya; 2000’lerden sonra eleştirileri yazılarıyla Erhan Altan’a,  heves, ücra, poetikhars, siyahi ve underground poetix dergilerine ne kadar teşekkür etsek azdır. Fakat meseleyi sadece dil açısından değerlendirirsek her şeyden önce -Erhan Altan, poetikhars ve ücra dergilerini istisna sayarsak- bu mirası eksik değerlendirmiş oluruz. Demem o ki dille meselesi olmak hayatla bir meselesi olmakla bağlantılı ise bir anlam taşır. Bir süredir terör kelimesine taktım mesela. Terörle ilgili bir şiir yazmadan yazacağım her şiir anlamsızmış gibi geliyor bana. Dili biz üretiyoruz, sonra da ürettiğimiz aynı dilin kölesi oluyoruz. Türkiye’nin güneydoğusunda 35 yıldır süren bir iç savaş var ve biz buna terör diyoruz. Neden iç savaş değil de terör; dil de, deney de, yeni bir söz söyleme imkânı ve zorunluğu da burada. İç savaş dersek bir çözüm bulmak, barış ortamını sağlamak için Türkiye’de yaşayan her kesimden insana ve iktidara ağır bir görev vermiş oluyoruz çünkü ama terör öyle mi canım! Terör dediğimizde mağdura da faile de meşru bir alan açmış oluyoruz aslında; terörist kötü ve etkisiz hale getirilmeli, teröre kurban gidenler ise mağdur ya da kahraman. Kadim ve ağır bir meseleyi bu kadar basite indirgiyoruz, can ve çıkar pazarını bir istatistik verisine dönüştürmenin en kolay yolu terör kelimesinden geçiyor. 35 yıl süren iç savaş olur mu, 35 yıl süren terör olur mu, bu da sorulardan bir soru, bir bakıma hiç de politik olmayan, dilin imkânları ile ilgili bir soru. Tahir Elçi bu kadar kamera ve bilmem kaç güvenlik görevlisinin önünde gerçekleşen bir olayda öldürüldü ve hala failler belli değil. Toplumun vicdanında çok büyük bir yara açması gereken bu hadiseyi unutturacak tek bir şey var o da dil; terör dediniz mi her şeyi tatlıya bağlamış, başınızı yastığa rahat koymanın yolunu bulmuş oluyorsunuz.
Çok uzattım, toparlayayım; şiirde hayatın imkânlarını araştırırken elimizdeki tek silah dil; deneylerimizin, buluşlarımızın, ifade etme melekemizin değeri hayata yeni bir anlam katmamızla, yeni bir nefes alma alanı eklememizle ölçülebilir. Selçuk Yamen’in bir dizesi geldi aklıma: “bazı şeyler sadelik istiyor”. Dil bilinci, dil farkındalığı ne dersek diyelim, sadelikle bir araya geldiğinde sürdürülebilir çoğaltılabilir bir hal alıyor. Orhan Veli Türkçe’nin gördüğü en gözü kara dilcilerden biridir ve bir o kadar da sadedir, candır. Hâsılı kelam, şiirlerimle ilgili dil farkındalığının öne çıkmasından dolayı mesut ve bahtiyarım; anlatımcılık, açıklık, halkçılık ve deneyimcilikten dem vurulmasından da…   
Başa dönecek olursak, Türkçe’den kısmen de olsa ayrı kalmak yazdığım dili bağımsız bir bölgede test etmemi de sağladı bana. Şiir, bizatihi konuşulan uzlaşılmış dilden beslenen, öte yandan da aynı konsensüsle meselesi olan bir türdür. Yurtdışında yaşamak bu bilince sahip olan biri için riskli ve güzel bir fırsat. Konvansiyonelle savaşmana, ondan kaçmana da gerek yok, sıradan bir mevzuyu konuşurken bile dil üzerine düşünmek zorundasın, ifade olanakları bakımından ıssız bir yerdesin ve “ekmeği uzatır mısın” derken bile kendini yeni bir şey söylerken ve güzel bir hata yaparken dinlemekten başka çaren yok.
Yurtdışında her şey o kadar güllük gülistanlık değil tabii, az yazmamın bir sebebi de bu sanırım. Hayıflandığım bir şey var; kitaplığımın tamamının elimin altında olmaması. Evet, iletişim çağında arama motorları belki birçok şeyi ayağımıza getiriyor; meşhur deyimle dünya akıllı telefonların ekranına sığacak kadar küçüldü ama ben bu üzerimize a-sistematik olarak boca edilmiş birçok şeyi değil sadece bana -dolayısıyla bize- lazım olanı, yarama merhem olanı istiyorum ve internet çoğu zaman buna kadir değil. Daha önce de söyledim, el tekrar: Ben Google Değilim.    


Şiirde deneysellik ya da deneyciliğin bir sınırının olup olmamasının gerektiği gibi konular sanki şiir var olduğu günden beri tartışılıyor. Kâinattaki ilk şiiri yazan insana nasıl bir gelenek cevap verdi bilmiyorum ama geleneğin cevapları genelde dışlayıcı olmuş. Benim aslında şiirde deneycilikle bir derdim yok. Sormak istediğim soru -tıpkı geleneğin arkasına saklanan, yaş veya zihin itibariyle dinozorlaşmış şairler gibi- deneyciliğin arkasına saklanan genç şairlerle ilgili. Hani şu basitlikten, müptezellikten kırılanlar, teknolojinin dile getirdiği ironiyi her metne boca eden, mesela facebookun “Ne düşünüyorsun?” sorusundan şiir çıkarmaya uğraşanlar gibi… Ben bu insanları buraya, deneyci şiir yazma dediğimiz trendin getirdiğine inanıyorum. Dilin imkânlarını zorlayan, her zaman şansını deneyen bir şair olarak Mehmet Öztek bu içerideki çürük elmalara ne diyecek? Varlığını kabul ediyor mu ya da böylelerinin?
Bana çok ağır bir sorumluluk yüklüyorsun şimdi; taklitçilerin hadi hafifletelim takipçilerin varlıklarını onaylayıp-onaylamama yetkisini üzerime almayayım izninle. Ancak şu tespitini çok önemli bulduğumu söyleyeyim; “Kâinattaki ilk şiiri yazan insana nasıl bir gelenek cevap verdi bilmiyorum ama geleneğin cevapları genelde dışlayıcı olmuş.” Gerçekten de bugün bir gelenekten bahsediyorsak Enis Akın’ın deyimiyle “gelenek geleneğin reddidir.” Dediğin gibi genel eğilime uyan takipçiler her dönemde olmuştur, örneğin Garipçiler dönemin kerli ferli edebiyat erkânından dayak yeme sırasını savınca Garip gibi yazan çok oldu ama bugün hiçbirini hatırlamıyoruz. Son zamanlardaki taklitçiliği, şiirde deneyciliği “çeşitlerden bir çeşit” olarak algılamaktan kaynaklanan sakat bir yaklaşıma bağlayabiliriz. Dil tutumu son zamanların bir trendi değil, tam tersine mazisi ilk yazılan şiirlere kadar uzanır; şiirin geleneğini, yaşayan bir dil arayışı içinde olan şairler inşa ettiler dersek abartmış olmayız. Taklide dönecek olursak, şiirde “şöhret”in sinemanın tersi gibi çalıştığını hatırda tutmak gerekir; şiirde başrole özenip başrol gibi oynarsan figüran olarak kalırsın, ama sürüden ayrı kalıp kendi köşende kendine ait kanı canı olan bir dilin, kendi mizacının üzerine kafa patlatıp okuyucunun seni bulmasını beklemeyi göze alırsan şiire bir adım daha yaklaşmış olursun.        
Ödüllerle ilgili tartışmalar da sürekli yapılır. Siz de ilk kitabınızı ödül yahut yarışmayla çıkaran bir şairsiniz. Türkiye’de piyasadaki ödüller, jüriler hakkında genel bir değerlendirmenizi almak istiyorum. Ama biz ödüller hakkında konuşurken yayınevlerini ak kaşık gibi gösteririz, yayınlar çok mu temiz ödüllerle kıyasladığımızda?
Önce bir özeleştiride bulunayım, esas meramımı sonra anlatayım. İlk kitabım Sentetik Rüyalar’ı dosya iken Yaşar Nabi Gençlik Ödülleri’ne kendi tercihimle yarışmaya ben göndermiştim; dosya Yaşar Nabi Nayır Ödülü’ne değer görülüp Varlık Yayınları’ndan çıktı. Henüz mürekkebi bile kurumadan Varlık Yayınevi’nden bir bilgi geldi; kitap Orhan Murat Arıburnu Ödülü’ne -ödül organizatörlerinin de talebiyle- yarışmaya gönderilecekti, onayım isteniyordu, o şaşkınlık ve acemilikle peki dedim. Buraya kadar her şey normal. Sonradan şunu fark ettim, ödülleri geçtim, edebiyat ortamından birinin en ufak bir övgüsünün dahi çoğu zaman bir “borçlandırma türü” olduğunu bizzat gördüm. Öven kişinin “yatırım aracı” olarak övgü. Pardon abicim, beni övmüş olman ya da bana ödül vermiş olman seni sevmemin garantisi olacaksa kalsın, artık almayayım. Özetle hal böyleyken “beğeni talep etmek”le herkesten önce ödüle katılan hata yapıyor. Her şairi çok seviyor olsaydık, niye şiir yazıyoruz, efendi efendi köşemize çekilir okur kalırdık. Manzara bu kadar da karanlık değil tabii, iyi şeyler de var: Orhan Alkaya, Metin Celal, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Enver Ercan gibi jüri üyeliği yapanlar da var; görmezler, duymazlar, tanımazlar, ilişkilerle işleri yoktur, beklentileri hiç yoktur, oylarını verirler, ruhun duymaz.
Özetle şiire, Ben Google Değilim’deki şiirleri yazdığım dönemdeki bilinçle başlamış olsaydım hiçbir ödüle katılmazdım. Pişmanlık değil bu, ukde diyelim.
Yayınevleri’ni pek konuşmuyoruz, doğru. Sennur Sezer ve Ayten Mutlu’nun Adana’daki bir söyleşisine dinleyici olarak katılmıştım birkaç yıl önce, laf döndü dolaştı yine okur kıtlığına, şiir kitaplarının basılmamasına, okunmamasına vs. geldi. “Neredesin ey okur” falan filan. Söz alıp şiirimizdeki en önemli sorunun kitapların basılmaması, okur kıtlığı değil yayınevlerinin beğeni düzeyinin düşüklüğü ve haddinden fazla şiir kitabının basılmasıdır dedim. Sennur Sezer bana katılmadı diyemeyeceğim; “Genç bir şaire bu sözleri yakıştıramadım.” deyip resmen ayıpladı. Bugün de durum maalesef budur, herkes birbirini çok seviyor, arkadaşlık, vefa, yeteneksizi teşvik gırla gidiyor, şiir camiası değil sosyal ilişkiler ağı mübarek. Türkiye’de şiiri takip eden bir kitle var, dünyanın birçok ülkesindekinden daha fazla hatırı sayılır bir kitle, ama siz okurların önüne her yıl yüzlerce şiir kitabı koyarsanız, okurdan pirincin taşını ayıklamasını beklemeye hakkınız yok. Somut bir örnek vereyim; Komşu Yayınları’nın Delisarmaşık Kitapları var mesela; Enver Ercan neden bu diziden çıkan şiir kitaplarının Varlık Yayınları ya da yasakmeyve Yayınları’ndan çıkarılmasına vesile olmuyor da üçüncü lig bir diziden çıkarıyor dersiniz. Türk şiirine en büyük kazığı kendilerinin dahi beğenmediği şiirleri yayınlayanlar atıyor; dergi tezgâhından geçmemiş, edebiyat kültüründen bihaber olduğu özgeçmiş ve fotoğraflarından bile belli olan birçok ismi bu yayınlar sayesinde tanıdık. Kimse de çıkıp Enver Ercan’a “Abi sen ne yapıyorsun?” demiyor, neden mi, yatırım aracı olarak eleştiri demiştim az önce, eksi hesap edebiyatta da pek makbul değil maalesef. Yediği içtiği ayrı gitmeyen en yakın dostlarını bile kırma pahasına doğru söylemeyi göze alanlar beri gelsin.  
Siz isim vere vere anlattınız, o zaman bir soru da isimsiz eleştiri kültürümüzle ilgili gelsin. Nedir bu işin aslı, neden eleştirirken serzenişte bulunurken hep “bazıları”ndan bahsediyor yazar – şairlerimiz sizce? Zaten kavgaların gırla döndüğü bir ortam burası, her laf da muhatabına ulaşıyor. Bir çekince varsa eğer bu çekinceyi yok etmemiz gerekmez mi?
Çekince var evet, “taşı gediğine koyarsam yalnız kalırım” korkusu. Tavuğuna bile kışt demediğim adamların sırf bu sosyal ilişkiler ağından dolayı benden uzaklaştıklarını gördüm, hadi yine isim vereyim, Akif Kurtuluş ve Osman Konuk. Sebebi de bildiğim kadarıyla Ahmet Güntan’ın 2000’ler şiirinin hamiliğine soyunmasına karşı çıkıp Heves Dergisi’nden ayrılarak kapanmasına vesile olmamdı, vesile diyorum, yazım hatası değil, bir derginin kendisini o dergi yapan hasletlerinden uzaklaşmadan zirvede bitmesi iyidir. Başka bir sebebi varsa hodri meydan, çıkar söylerler. 2000’lerden sonra yazan şairlerin üzerinde şiiriyle hiçbir etkisi olmamış, tam tersine onlardan -iyi ki de- feyz alıp şiirini değiştiren Güntan’ın şimdi bile dışarıdan bakılınca bu dönemin “abi”si gibi algılanmasına hayret ediyorum. Ömer Şişman, Aslı Serin ya da Mehmet Davut Özdal şiirinin Ahmet Güntan şiirine ne borcu olabilir; biri çıkıp bunu şiirsel bağlamda anlatırsa “iyi insan”lığı değil şiiri konuşmuş oluruz. Şiiri sosyal ilişkilere değil gerçeklere başvurarak ayakta tutabiliriz, şairler etrafındaki 3-5 kişiyi kaybetme riskini almamakla, yüzlerce, uzun vadeli düşünecek olursak binlerce okuru sağlıklı bir şiir dünyasından mahrum bırakıyorlar, tercih meselesi, ben “Doğrucu Davut”luğu seçtim. Birlikte iş tuttuğunuz insanların eleştirilerine tahammülünüz yoksa, ya da onları eleştirmeye cesaretiniz yoksa şiiri “aile ve sosyal yardımlaşma derneği”ne çevirirsiniz. 3 yıldır birlikte Natama dergisini çıkardığımız Davut Yücel’in 6. sayımızda bana yönelttiği eleştirilere bakarsanız ne demek istediğim daha iyi anlaşılır; şiirde arkadaşlık istiyorsanız birbirinin sırtını koşulsuz sıvazlayanların değil birbirini eleştirerek yan yana durmayı becerenlerin arkadaşlıklarına bakın.   
Röportaj ve soruşturmalardaki cevaplarınızdan anlaşılıyor ki, “basit insan”ın dertlerinin şiirde anlatılmasından yanasınız. Bunu zamanında çok anlattığınız için konuya girmeyelim, zaten bu röportajı okuyan insanlar o cevaplarınızı da okumuşlardır. Sonuçta dergiler uzun süredir aynı kısıtlı sayıdaki insan için çıkıyor. Sizin şiirinizde çok öne çıkmış bir şahsilik var. Ailenizden, şiirde aynı tanıdık isimlerden sıklıkla bahsediyorsunuz. Her ne kadar: “şair bazen çok şahsi şiirler yazıp camiayı şaşırtmalıdır.” deseniz de, bunu bazen yapmıyormuşsunuz gibi. Ben Google Değilim’deki “Yerçekimi” şiirinizi de hatırlayabiliriz burada. Bana öyle geliyor ki şu senelerde şiirimizde şair, şiir kişisi olarak eti kemiğiyle kendini anlatıyor. Bu yüzden şiir kişisi demeye gerek kalmayacak belki de yakında. Oysa kültlere baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz. En azından bir Akçaburgazlı Yekta var mesela, ya da Çağrılmayan Yakup… Böyle somut kişileri geçsek bile, İsmet Özel’deki o bilgiç, iddialı (Buraya elbette birçok sıfat gelebilir.) şiir kişisinden eser yok şimdilerde. Bu değişim basit insanın şiire girdiğine yorulabilir mi?

Peki, kültlere de bakalım, onlar da şahsidir, şiir de sanat da özünde bal gibi şahsidir. “Bugün Pazar./ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar./ Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün/ bu kadar benden uzak/ bu kadar mavi/ bu kadar geniş olduğuna şaşarak/ kımıldamadan durdum.” Nazım Hikmet bu dizeleri bir plazada, bir reklam ajansında ya da bir şantiyede çalışırken yazabilir miydi, yazsa da biz bu dizeleri bu kadar sever miydik? İsmet Özel dünya görüşünü değiştirmeseydi belki de Bir Yusuf Masalı yerine Erdal Eren hakkında bir kitap yazacaktı, kim bilir? Daha eskilere gidelim, Nedim’in eşcinsel eğilimleri olmasaydı bir hayranına bu beytinde şu sözleri söyletebilir miydi?: “Yemin edüp kılıcım kabzasına nezr etdim/ Bulup Nedim’i iki buse eyleyeyim isar”.  Şahsi konuları yazmakla o şahsi durumdan herkesi ilgilendiren bir yaşam çıkarmak ayrı şeyler, herkese dokunmak için de elinizdeki en iyi malzeme şahsi tecrübenizdir. Bu nedenle değme toplumcu şiirlerde bile bir şahsilik bulmanız işten bile değildir. “Şair bazen çok şahsi şiirler yazıp camiayı şaşırtmalıdır.”  derken aslında öze dönüşten bahsediyorum; şiirin bu kadar “sembolik bir evren”de, kapalı çevrim çalışan bir düzeneğe dönüşmesine bir itiraz var bu dizelerde. Sanatta en keskin en ferah atılımlar genellikle kapalı çevrime bir itirazdan doğmuştur, hâsılı kelam sanat özerkleşince imdadınıza şahsiyet ve tecrübe yetişir. İşe bak ki meğer karımdan, kızımdan bahsederken teorik bir mevzuya dalmışım, şahsi mi demiştin?   
Bizim şiirimizde “rab” kavramı çok sık ele alınıyor. Allah bir şeylerin emrini verip bazı durumları başlatsa da şiirlerde özne konumuna gelemiyor, bir şiir kişisi kadar olamıyor; genelde, yapıp ettikleriyle şiire malzeme olabilen, bunu da yerine getirdiği işlevlerle sağlayan bir rab var diye düşünüyorum ben. En basit örnek, yarattığı iyi karanlıkla Turgut Uyar’ın övgüsünü alan tanrı... İşini yapıyor ve takdir edilip gidiyor. herkes iyi mi? kitabınızdaki “biraz kemik, lütfen” isimli şiirinizden yola çıkarak bu soru aklıma geldi bunu da belirtmem gerek. O bağlamda cevaplamanızı rica ediyorum. Bizde şairler sanki Allah’ın zati ve subuti sıfatlarını bir genel kültür bilgisi olarak ediniyor ve böyle bir Allah’a şiirde yer veriyorJ Oysa Batı’da edebiyatta, sanatta Allah kadar söyledikleri, metinleri de önemli. Bunların bazılarını, konuya hâkim olmadığımızdan metnin içinden çıkaramıyoruz ancak birçok eserin başındaki atıflardan anlaşılıyor, kanonlara mesela. Böyle bir karşılaştırmadan sonra, edebiyatımızda Allah’a çok sık rastlamamıza rağmen onun neler söylediğine pek önem verilmediğini düşünmek yanlış bir tespit midir? Şairlerimizin Allah algısının ne kadarını Kur’an oluşturur mesela?
Az önce şiirde şahsilikten bahsettik. Sanırım Mehmet Akif, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi dini bütün şairleri düşünerek bu yorumu yapmadın. “Ölüyorum tanrım/ Bu da oldu işte/  B; bu dizeleri bu şairlerden hiçbirine yakıştırmayız, ama Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı şiir dersek taşlar yerine oturur. Din, bu söyleşinin sınırlarını aşan bir konu ama şiirdeki dini konuşuyorsak şu kadarını söyleyeyim: Şair aynı dili konuştuğu, aynı kültürel havayı soluduğu halkın değer yargılarına -o değer yargılarının bazılarına inanmasa bile- saldırmak ya da kendini büsbütün o değerlerden izole etmek yerine, aynı kültürün verimlerini kendinin kılarak da kendi mizacını hayata bakışını aktarabilir ve bu hiç de fena bir durum değildir. Şiirde bırakalım dini, siyasi ya da başka kallavi bir konuyu; en basit bir mevzunun bile ilk defa söylenmiş gibi bir hisle yazılmasını beklemek bizi şiire daha çok yaklaştırır. Şair dört başı mamur, ezelden tanımlı bir evrenden konuşursa oradan kısık sesli bir şiir çıkar.
Son kitabınızda “Ceryanlı” isminde bir şiiriniz var. Ben Google Değilim’deki şiirlere benzeyen bir biçimde başlıyor. Sonra sert bir değişim görüyoruz metinde. O değişimde kendinize kızıyorsunuz. Bu kitabınız yedi yıl sonra çıktı. “ceryanlı”daki değişimi yazdığınız şiir için genelleyebilir miyiz? Ayrıca sesi en az kurcaladığınız, kelimeleri en az bölüp parçaladığınız şiirleriniz bu son kitabınızda. Kast ettiğiniz değişiklikler varsa şiirde, burada sözü size bırakıyorum.
“Ceryanlı”da aslında tam tersi bir durum var; lirik, hatta ağlak bir eda ile başlıyor şiir, ama işte ne kadar kotarabildiysem “ben”ce bir liriklik ve ağlaklıkla. Ben Google Değilim’deki şiirlerle kıyaslayacak olursak “Ceryanlı”nın II. bölümündeki senin sert değişim dediğin şey aslında Ben Google Değilim’deki söyleyişe daha yakın. Kendime kızma değil, kendine gelme diyelim; iliklerine kadar acı çekiyorsun ve tam kendini koyuverecekken masayı devirip “ne yapıyorsun, kendine gel” dediğimiz anlar vardır hayatta, o geçiş böyle bir geçişti, gerisi şiirin kendisi zaten daha fazlasını anlatmama gerek yok.
sesi en az kurcaladığınız, kelimeleri en az bölüp parçaladığınız şiirleriniz bu son kitabınızda” dedin herkes iyi mi? için. “Tarlasını yağmurun yağdığı yere taşımak” diye bir deyimimiz var. Sesi kurcalamak, kelimeleri bölüp parçalamak, daha yaygın bir deyişle biçim arayışları benim hedef tahtam değil; bunu övünmek için söylemiyorum, hatta hayıflandığım da bir durumdur bu, bugüne kadar masa başına geçip kurduğum tek bir şiirim dahi yoktur, hayatta beni bir şeyler beni dürtmüştür ve ben kendimi şiir yazarken bulmuşumdur, dille meselemi de beni dürten ne ise o belirliyor. Ben Google Değilim’i yazdığım zamanlar öyleydi ve iyi ki öyle yazdım, kitabın gördüğü ilginin üzerine yatıp o göğün altında aynı yağmuru beklemeyeceğim, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Eğer o şiirin ilk bölümü lirikse, sizin liriğiniz de hiç lirik değilmiş doğrusu J Ben lirizmi bir tehlike olarak görüyorum, en azından kendi yaş grubum için. Çünkü iyi şiir yazan gençler bazen çok ağlak metinler çıkarabiliyorlar: Kendileri ağlamış ama okuyanı ağlatmak istemişler, bunu becerememişler belli... Böyle şiirler yazmaktansa bilinçli olarak sert durma taraftarıyım. Sizin bu konudaki görüşünüzü merak ettim: Şairler lirik üsluba karşı biraz mesafeli durmalı mı?
Evet, “benim liriğim de hiç lirik değil”, tuttum bunu; boşuna “lirk birisi” demedim kendim için, lirik değil, lirk. İşin özü şu; kendi adıma şahsiliğe, kişisel tecrübeye ve sese önem verip lirizm düşmanlığı yapmanın doğru olmadığını düşünüyorum; 2000’lerden sonra tam olarak anlatılıp anlaşılamadan yapılan bir lirizm düşmanlığı vardı. Benimki bu abartılı düşmanlığı makulleştirme denemesi diyelim; lirik, epik ya da başka bir türde karşı olunması gereken bir şey varsa o da ezberlenmiş kitabi bir yoldan gidilmesidir. Turgut Uyar’ın bir dizesini hatırlatayım: “Biliyorum kafiyeyi bozduğumu./ Başka şeyleri de  bozduğumu. Ve biliyorum ki/ hüzün varsa içinde, bozukluk bile hoşuna gider Naci’nin/ Biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile”. Lirik bir söyleyiş ve eda var bu şiirde ama bozukluk diyor, kendinin lirizmi yani. Enis Akın’ın “yalnızlıkt uhafb irt utuştur” dizesindeki lirizm de öyle değil mi, binlerce kez söylenmiş yalnızlığı burada ilk defa tecrübe ediyormuşuz gibi okuruz. Sinemada Çağan Irmak var mesela, resmen hazır paket duygularla ağlatmak üzerine kurar filmlerini, ülke olarak çok sevdik. Sanatsal değeri, sinema sanatına katkısı ise yok, bir kehanette bulunayım, 50 yıl sonra Zeki Demirkubuz sineması diye bir şey konuşulacak ama Çağan Irmak bugünün Ümit Yaşar’ı olarak kalacak, ismen var ama damarlarda olmayacak. 
Yine “Ceryanlı”da “üçüncü sınıf şair ağzı” diyorsunuz. Üçüncü sınıf şairlere ne yapmak lazım? Kitapta küçücük bir gönderme yeterli midir? Ya da Cihat Duman gibi, blog yazılarında onları yerin dibine mi sokmak gerek? Yoksa İzdiham, Ot, Kafa, Cins gibi dergilere gösterilen bir tavır var: “Yahu tamam eleştirelim ama millet iki üç sayfa bir şey okuyor bu dergiler sayesinde.” deniyor. Böyle mi yapmak lazım üçüncü sınıflara? Olsun insanlar şiirle ilgileniyor en azından, diyebilir miyiz?
İsim vermek ve eleştiriden korkmak üzerine o kadar konuşmuşken Cihat Duman’ı hatırlatman iyi oldu. Bazen kantarın topuzunu kaçırsa da kırmadığı kavga etmediği çok az kişi vardır; ne oldu, yalnız mı kaldı, kurtlar mı yedi Duman’ı? Yeni kuşağın en çok okuduğu ve takip ettiği isimlerden biridir. Öte yandan şiir camiası diye bir mefhumu dahi yadırgayan, ilişkilerden uzak kendi köşesinde dillere yapışan şiirler yazan Özgür Göreçki için de aynı şey geçerli. Şiir okunmuyor, çok az okunuyor. Ben gerçekten bu söylemden çok sıkıldım. Şiir öyle arş-ı alada gezinen insanların yaptığı bir iş değil ama stadyumları dolduran işlerle de kıyaslanacak bir tür de değildir. Marx’ın “sanattan anlamak için sanattan anlamanızı sağlayacak bir eğitimden geçmiş olmanız gerekir” minvalinden çok yerinde bir sözü var. Eğitim de yetmez, o sanata başka bir deyişle o ifade olanağına meyliniz de olmalı. Şiir yazan herkes bu durumu fark etmiş olmalı; etrafınızda eğitimli donanımlı ve şiir yazdığınız için sizinle iftihar ettiği halde zahmet edip şiirlerinizi okumayan insanlar var, buna ne diyeceksiniz? Çok basit, hayatını devam ettirmesi, kendini ifade etmesi için haz duyduğu başka şeyler var ve biz herkesten şiir sever olmasını beklemekten vazgeçmeliyiz.  Soruna döneyim, bahsettiğin dergilerin çoğu stadyumlara türbinlere oynuyorlar, erkek düşmanlığı ile feminizmi birbirinden ayıramayacak kadar beni hayal kırıklığına uğratan PULBİBER’i de ekleyebilirsin; edebiyatçıların feminizminden bir sistem eleştirisi beklemek hakkımız ama sorunu erkekte gören bir yaklaşım var bu dergide de. Birkaç kişiyi edebiyata getirirlerse ne ala, hiçbir itirazım yok, benim esas meselem daha içeriden görünüp hem kendini şiirle donatan hem de şiire eğilimli insanların beğeni eşiklerini aşağıda tutan dergilerle. Baki Ayhan T. var mesela, adam uyuşturucu gibi, kitabı çıktığı ay en az 10 dergide vasati kırk çöp fikirleriyle bombardımana tabi tutuluyorsunuz, bir Baki Ayhan cümlesiyle şiire bakışını değiştiren aklıselim sahibi biri var mıdır acaba? 21. yüzyılda sözcük elitizminden bahseden, simetrik yapı diye uydurma bir manifesto yazıp sonradan çark eden birinden bahsediyoruz.  Kitaplık, Varlık, yasakmeyve, Üçnokta ve daha bilmem kaç dergiyi aynı ay domine edebiliyor. Adamın kendisine saygısı yok anladık, bu dergilerin editörlerinin de dergilerine, okurlarına saygıları yok mu? Bir zamanlar Ahmet Ada’ya bu tutumundan dolayı saydırmak kolay ve adettendi, Baki Ayhan T. edebiyatımızın yeni Ahmet Ada’sı hatta daha fenası; Ahmet Ada saflıktan yapıyordu, Baki Ayhan ise tam bir kurnaz ve PR’cı. Şiiri Özlüyorum dergisi var bir de; şiirimizin sevgi çiçek böcek bahçesi, son bombayı da söyleyeyim de kapatalım. Derginin editörü Fuat Çiftçi Noktürn Yayınları’ndan bir şiir kitabı çıkarıyor, kitabı dergisinin poşetinin içine hediye olarak veriyor diyeceğim ama değil, derginin fiyatını 15 tl’ye çıkarıyor, cebren ve hile ile satış yani, şiir okunmuyor mu demiştiniz, niye okunsun, düzey bu, edebiyat mı yapıyoruz sirkte miyiz biz şairler bile farkında değiliz. 
“dolmadan taşma ey türk şairi, az dur, az dinlen biraz/ dolmadan taşanı dinlendiren büyük bir şiirimiz var” dizelerinde şair şiirimizden bahsederken hangi söz sanatına başvurmuştur?
a)Tariz                b) Kinaye                 c) Kapalı İstiare               d) Mübalağa
Hepsi, ya da hiçbiri J Ağaçları korumak için yazdım. Az yazalım iyi yazalım; ağaçlara ve okurlara kıymayın efendiler. 







1 yorum: