Röportaj: Bekir Türker
Natama Yayınları’nın ilk dört kitabından birisi de Mehmet Öztek’in, “Herkes İyi Mi?” isimli kitabıydı. Yedi yıl sonra tekrar kitap çıkaran şairi önce twitter adresinden bir süre takip ettim. Ardından röportaj teklifimi ilettim. Cevabın ardından Sentetik Rüyalar isimli ilk kitabını bir sahaf sitesinden zor da olsa bulabildim. Bu sırada Mehmet Öztek de bana Heves dergisinin eski sayılarını, kendisinin son kitabını ve daha önce kendisiyle yapılmış olan bazı söyleşileri gönderdi. Bunlar hem benim çalışma alanımı genişletti hem de soracağım sorularda tekrara düşmemi engelledi. Aşağıdaki söyleşide, sorulara cevap verirken cevabı size öğretmeye çalışan, özveriden kaçınmayan bir şairi göreceksiniz. 2016’nın en iyi söyleşisi sizlerle...
Natama Yayınları’nın ilk dört kitabından birisi de Mehmet Öztek’in, “Herkes İyi Mi?” isimli kitabıydı. Yedi yıl sonra tekrar kitap çıkaran şairi önce twitter adresinden bir süre takip ettim. Ardından röportaj teklifimi ilettim. Cevabın ardından Sentetik Rüyalar isimli ilk kitabını bir sahaf sitesinden zor da olsa bulabildim. Bu sırada Mehmet Öztek de bana Heves dergisinin eski sayılarını, kendisinin son kitabını ve daha önce kendisiyle yapılmış olan bazı söyleşileri gönderdi. Bunlar hem benim çalışma alanımı genişletti hem de soracağım sorularda tekrara düşmemi engelledi. Aşağıdaki söyleşide, sorulara cevap verirken cevabı size öğretmeye çalışan, özveriden kaçınmayan bir şairi göreceksiniz. 2016’nın en iyi söyleşisi sizlerle...
Ece Ayhan, Nazım Hikmet’in sürgündeyken
yazdığı şiirlerin kötü şiirler olduğunu söylüyor. Saman Sarısı’nı ise
beğenirken kurgusunun zayıflığı nedeniyle eleştiriyor. Bu kötüye gidişin
gerekçesi olarak da dilinden uzak kalmasını göstermişti. Mehmet Öztek, şiirinde
günlük dili kullanmaktan ziyade onu değiştirmenin imkânlarını arayan bir şair
olmasına rağmen, dilden uzak kalmanın sıkıntılarını çekiyor mu? Bu iddia
günümüzde iletişim imkânlarının gelişmesiyle birlikte şu zamanda da geçerli
midir? Bildiğim kadarıyla siz de 6-7 yıldır Türkiye dışında yaşıyordunuz…
Bir şairin yazdığı dilin coğrafyasından, sosyal ve kültürel havasından
ayrı kalması elbette ki hareket alanını kısıtlayan bir durum; sadece dilden
değil, dili dil yapan tüm canlı organizmaların nabzını tutmaktan da uzak kalmak
demektir ki bu Nazım Hikmet’in yaşadığı dönemde çok daha öyleydi… Ne var ki Nazım Hikmet bu olumsuz durumu -ilk
dönemlerinde de yurtdışında olmasına rağmen- Türk şiirinin ana uğraklarından
biri olan bir şiir yazarak avantaja dönüştürmeyi başardı. Bu bakımdan, Nazım
Hikmet’in son dönem şiirlerini yurtdışında olmaktan ayrı bir bağlamda ele almak
gerekir; yaşlılık ya da şiirsel bağlamda söyleyecek olursak tekrara düşme,
fiziki koşullardan çok şiir motivasyonu ile ilgili bir şey, denemeye takati ya
da hevesi kalmamak da diyebiliriz. Türkiye’de yaşayıp da ölene kadar ilk yeniliklerinin
üzerine çok daha erken yaşlarda yatan, şiiri kendileriyle başlatıp bitiren,
genç şiiri okumadan bitkisel bir şiir hayatını tercih eden şairleri de hatırlayalım.
Ece Ayhan’ın Nazım Hikmet’in son dönem şiirleri için ima
etmeye çalıştığı parıltısızlık, olsa olsa Türk şiirinin o dönemdeki
çalkantılarına “yabancı” kalmasıyla ilişkilendirebilir; ağır mı, evet ağır bir
eleştiri. Şuraya da bağlayabiliriz; İkinci Yeni şairleri içinde Nazım Hikmet’le
en çok savaşan, demem o ki O’nu en çok önemseyen de Ece Ayhan’dır. Devlet ve Tabiat’ı yazana kadar uzun bir
süre Nazım Hikmet’in tersine kapalı ama bir o kadar da politik -kendi deyimiyle
etik- bir şiire yönelmesini de bir bakıma Nazım Hikmet’e çalım atma çabası
olarak okuyabiliriz. Ece Ayhan Nazım Hikmet’e “Neden bizi hakkıyla okumadın, hakkımızda
tek kelime dahi etmedin?” diye kızıyor olabilir mi, sorulardan bir soru bu.
Nazım Hikmet ve yurtdışı demişken “karlı kayın” şiirini hatırlatmadan
edemeyeceğim: “Yedi tepeli şehrimde/ Bıraktım
gonca gülümü/ Ne ölümden korkmak ayıp/ Ne de düşünmek ölümü”. Nazım Hikmet,
Türkçenin bu en güzel şiirlerinden birini Rusya’ya “kaçmak” zorunda kalmasaydı
yazamayacaktı belki de. Hapisteyken yolunu gözleyen, hasretinden dillere
pelesenk şiirler yazdığı “gonca gül”üne -Münevver mi Piraye mi?- tam da hapisten çıkıp ona kavuşacakken Yeditepeli
Şehir’de bırakıp Rusya’ya gitmesini anlatan dizelerdir bunlar. Hem çok sevdiğim,
hem de Yeditepeli Şehir’de hevesi kursağında kalanın yerine kendimi koyduğumda “gonca
gül” olmaktan da muktedirlerden de nefret ettiren dizeler bunlar.
Nazım’la kıyaslanmak gibi algılanmasın, yurtdışında olmak
bağlamında bana dönecek olursak; işim gereği son 6 yılın 4 yılını yurtdışında
geçirdim. Birleşik Arap Emirlikleri, Azerbaycan, Rusya’nın Sibirya bölgesi ve
Cezayir’de çalıştım, hala Cezayir’deyim. Gittiğim her ülkede, şantiyede
çalışanların çoğu Türk olduğu için, müşteri ve ana yüklenici ile yaptığımız toplantılar
bir de yerel personelle diyalog dışında Türkçeden hiçbir zaman kopmadım. Şantiye
hayatı bir çeşit açık hava hapishanesine benziyor, Türkiye’nin ve dünyanın her köşesinden
bin bir çeşit insan bir tesisi kurmak için bir araya geliyor. Halkın
reflekslerini görmek bakımından içinde bulunduğum çalışma ortamı Türkiye’nin
herhangi bir ilinde yaşamaktan daha cazip diyebilirim. Öte yandan bu “hapis”
hayatı tersinden bir motivasyon da sağladı bana; Türkiye’den ve güncel şiirden
uzak kalma endişesi ile en kötü dergileri de bir şekilde getirtip 1-2 ay
gecikmeli de olsa takip etmeye çalıştım; Mühür
ve Şiir Özlüyorum dergilerini bile
takip etmeyi bırakmadım, zulme bak mı diyeyim, sen getir üstünü mü diyeyim J
“dili kullanmaktan ziyade onu değiştirmenin
imkânlarını arayan bir şair” dedin; bu iltifatı aldım ve kabul ettim ama bir eklemeyle: Şiirde dil üzerine
düşünmenin başka bir deyişle şiirin bizatihi malzemesini öne çıkarmanın günümüzde
artık çok havalı bir tarafı var; bunun için özellikle İkinci Yeni şairlerine; 90’lardan
sonra başta Enis Akın’a, Necmi Zeka’ya, Tarık Günersel’e, beyaz manto’ya; 2000’lerden sonra eleştirileri yazılarıyla Erhan
Altan’a, heves, ücra, poetikhars, siyahi ve underground poetix dergilerine ne kadar teşekkür etsek azdır. Fakat
meseleyi sadece dil açısından değerlendirirsek her şeyden önce -Erhan Altan, poetikhars ve ücra dergilerini istisna sayarsak- bu mirası eksik değerlendirmiş
oluruz. Demem o ki dille meselesi olmak hayatla bir meselesi olmakla bağlantılı
ise bir anlam taşır. Bir süredir terör kelimesine taktım mesela. Terörle ilgili
bir şiir yazmadan yazacağım her şiir anlamsızmış gibi geliyor bana. Dili biz üretiyoruz,
sonra da ürettiğimiz aynı dilin kölesi oluyoruz. Türkiye’nin güneydoğusunda 35
yıldır süren bir iç savaş var ve biz buna terör diyoruz. Neden iç savaş değil
de terör; dil de, deney de, yeni bir söz söyleme imkânı ve zorunluğu da burada.
İç savaş dersek bir çözüm bulmak, barış ortamını sağlamak için Türkiye’de
yaşayan her kesimden insana ve iktidara ağır bir görev vermiş oluyoruz çünkü ama
terör öyle mi canım! Terör dediğimizde mağdura da faile de meşru bir alan açmış
oluyoruz aslında; terörist kötü ve etkisiz hale getirilmeli, teröre kurban
gidenler ise mağdur ya da kahraman. Kadim ve ağır bir meseleyi bu kadar basite
indirgiyoruz, can ve çıkar pazarını bir istatistik verisine dönüştürmenin en
kolay yolu terör kelimesinden geçiyor. 35 yıl süren iç savaş olur mu, 35 yıl
süren terör olur mu, bu da sorulardan bir soru, bir bakıma hiç de politik
olmayan, dilin imkânları ile ilgili bir soru. Tahir Elçi bu kadar kamera ve
bilmem kaç güvenlik görevlisinin önünde gerçekleşen bir olayda öldürüldü ve
hala failler belli değil. Toplumun vicdanında çok büyük bir yara açması gereken
bu hadiseyi unutturacak tek bir şey var o da dil; terör dediniz mi her şeyi
tatlıya bağlamış, başınızı yastığa rahat koymanın yolunu bulmuş oluyorsunuz.
Çok uzattım,
toparlayayım; şiirde hayatın imkânlarını araştırırken elimizdeki tek silah dil;
deneylerimizin, buluşlarımızın, ifade etme melekemizin değeri hayata yeni bir
anlam katmamızla, yeni bir nefes alma alanı eklememizle ölçülebilir. Selçuk Yamen’in
bir dizesi geldi aklıma: “bazı şeyler
sadelik istiyor”. Dil bilinci, dil farkındalığı ne dersek diyelim,
sadelikle bir araya geldiğinde sürdürülebilir çoğaltılabilir bir hal alıyor.
Orhan Veli Türkçe’nin gördüğü en gözü kara dilcilerden biridir ve bir o kadar da
sadedir, candır. Hâsılı kelam, şiirlerimle ilgili dil farkındalığının öne
çıkmasından dolayı mesut ve bahtiyarım; anlatımcılık, açıklık, halkçılık ve deneyimcilikten
dem vurulmasından da…
Başa dönecek olursak, Türkçe’den
kısmen de olsa ayrı kalmak yazdığım dili bağımsız bir bölgede test etmemi de
sağladı bana. Şiir, bizatihi konuşulan uzlaşılmış dilden beslenen, öte
yandan da aynı konsensüsle meselesi olan bir türdür. Yurtdışında yaşamak bu
bilince sahip olan biri için riskli ve güzel bir fırsat. Konvansiyonelle
savaşmana, ondan kaçmana da gerek yok, sıradan bir mevzuyu konuşurken bile dil
üzerine düşünmek zorundasın, ifade olanakları bakımından ıssız bir yerdesin ve “ekmeği
uzatır mısın” derken bile kendini yeni bir şey söylerken ve güzel bir hata
yaparken dinlemekten başka çaren yok.
Yurtdışında her şey o kadar güllük gülistanlık değil tabii, az
yazmamın bir sebebi de bu sanırım. Hayıflandığım bir şey var; kitaplığımın
tamamının elimin altında olmaması. Evet, iletişim çağında arama motorları belki
birçok şeyi ayağımıza getiriyor; meşhur deyimle dünya akıllı telefonların
ekranına sığacak kadar küçüldü ama ben bu üzerimize a-sistematik olarak boca
edilmiş birçok şeyi değil sadece bana -dolayısıyla bize- lazım olanı, yarama
merhem olanı istiyorum ve internet çoğu zaman buna kadir değil. Daha önce de
söyledim, el tekrar: Ben Google Değilim.
Şiirde deneysellik ya da deneyciliğin
bir sınırının olup olmamasının gerektiği gibi konular sanki şiir var olduğu günden beri tartışılıyor. Kâinattaki
ilk şiiri yazan insana nasıl bir gelenek cevap verdi bilmiyorum ama geleneğin
cevapları genelde dışlayıcı olmuş. Benim aslında şiirde deneycilikle bir derdim
yok. Sormak istediğim soru -tıpkı geleneğin arkasına saklanan, yaş veya zihin
itibariyle dinozorlaşmış şairler gibi- deneyciliğin arkasına saklanan genç
şairlerle ilgili. Hani şu basitlikten, müptezellikten kırılanlar, teknolojinin dile
getirdiği ironiyi her metne boca eden, mesela facebookun “Ne düşünüyorsun?”
sorusundan şiir çıkarmaya uğraşanlar gibi… Ben bu insanları buraya, deneyci
şiir yazma dediğimiz trendin getirdiğine inanıyorum. Dilin imkânlarını
zorlayan, her zaman şansını deneyen bir şair olarak Mehmet Öztek bu içerideki
çürük elmalara ne diyecek? Varlığını kabul ediyor mu ya da böylelerinin?
Bana çok ağır bir
sorumluluk yüklüyorsun şimdi; taklitçilerin hadi hafifletelim takipçilerin varlıklarını
onaylayıp-onaylamama yetkisini üzerime almayayım izninle. Ancak şu tespitini
çok önemli bulduğumu söyleyeyim; “Kâinattaki
ilk şiiri yazan insana nasıl bir gelenek cevap verdi bilmiyorum ama geleneğin
cevapları genelde dışlayıcı olmuş.” Gerçekten de bugün bir gelenekten
bahsediyorsak Enis Akın’ın deyimiyle “gelenek geleneğin reddidir.” Dediğin gibi
genel eğilime uyan takipçiler her dönemde olmuştur, örneğin Garipçiler dönemin
kerli ferli edebiyat erkânından dayak yeme sırasını savınca Garip gibi yazan
çok oldu ama bugün hiçbirini hatırlamıyoruz. Son zamanlardaki taklitçiliği,
şiirde deneyciliği “çeşitlerden bir çeşit” olarak algılamaktan kaynaklanan
sakat bir yaklaşıma bağlayabiliriz. Dil tutumu son zamanların bir trendi değil,
tam tersine mazisi ilk yazılan şiirlere kadar uzanır; şiirin geleneğini,
yaşayan bir dil arayışı içinde olan şairler inşa ettiler dersek abartmış
olmayız. Taklide dönecek olursak, şiirde “şöhret”in sinemanın tersi gibi çalıştığını
hatırda tutmak gerekir; şiirde başrole özenip başrol gibi oynarsan figüran
olarak kalırsın, ama sürüden ayrı kalıp kendi köşende kendine ait kanı canı
olan bir dilin, kendi mizacının üzerine kafa patlatıp okuyucunun seni bulmasını
beklemeyi göze alırsan şiire bir adım daha yaklaşmış olursun.
Ödüllerle ilgili tartışmalar da
sürekli yapılır. Siz de ilk kitabınızı ödül yahut yarışmayla çıkaran bir
şairsiniz. Türkiye’de piyasadaki ödüller, jüriler hakkında genel bir
değerlendirmenizi almak istiyorum. Ama biz ödüller hakkında konuşurken
yayınevlerini ak kaşık gibi gösteririz, yayınlar çok mu temiz ödüllerle
kıyasladığımızda?
Önce bir özeleştiride
bulunayım, esas meramımı sonra anlatayım. İlk kitabım Sentetik Rüyalar’ı dosya
iken Yaşar Nabi Gençlik Ödülleri’ne kendi tercihimle yarışmaya ben
göndermiştim; dosya Yaşar Nabi Nayır Ödülü’ne değer görülüp Varlık
Yayınları’ndan çıktı. Henüz mürekkebi bile kurumadan Varlık Yayınevi’nden bir
bilgi geldi; kitap Orhan Murat Arıburnu Ödülü’ne -ödül organizatörlerinin de
talebiyle- yarışmaya gönderilecekti, onayım isteniyordu, o şaşkınlık ve
acemilikle peki dedim. Buraya kadar her şey normal. Sonradan şunu fark ettim,
ödülleri geçtim, edebiyat ortamından birinin en ufak bir övgüsünün dahi çoğu
zaman bir “borçlandırma türü” olduğunu bizzat gördüm. Öven kişinin “yatırım
aracı” olarak övgü. Pardon abicim, beni övmüş olman ya da bana ödül vermiş
olman seni sevmemin garantisi olacaksa kalsın, artık almayayım. Özetle hal
böyleyken “beğeni talep etmek”le herkesten önce ödüle katılan hata yapıyor. Her
şairi çok seviyor olsaydık, niye şiir yazıyoruz, efendi efendi köşemize çekilir
okur kalırdık. Manzara bu kadar da karanlık değil tabii, iyi şeyler de var: Orhan
Alkaya, Metin Celal, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Enver Ercan gibi jüri üyeliği
yapanlar da var; görmezler, duymazlar, tanımazlar, ilişkilerle işleri yoktur,
beklentileri hiç yoktur, oylarını verirler, ruhun duymaz.
Özetle şiire, Ben Google Değilim’deki şiirleri yazdığım
dönemdeki bilinçle başlamış olsaydım hiçbir ödüle katılmazdım. Pişmanlık değil
bu, ukde diyelim.
Yayınevleri’ni pek konuşmuyoruz,
doğru. Sennur Sezer ve Ayten Mutlu’nun Adana’daki bir söyleşisine dinleyici
olarak katılmıştım birkaç yıl önce, laf döndü dolaştı yine okur kıtlığına, şiir
kitaplarının basılmamasına, okunmamasına vs. geldi. “Neredesin ey okur” falan filan.
Söz alıp şiirimizdeki en önemli sorunun kitapların basılmaması, okur kıtlığı
değil yayınevlerinin beğeni düzeyinin düşüklüğü ve haddinden fazla şiir kitabının
basılmasıdır dedim. Sennur Sezer bana katılmadı diyemeyeceğim; “Genç bir şaire
bu sözleri yakıştıramadım.” deyip resmen ayıpladı. Bugün de durum maalesef budur,
herkes birbirini çok seviyor, arkadaşlık, vefa, yeteneksizi teşvik gırla
gidiyor, şiir camiası değil sosyal ilişkiler ağı mübarek. Türkiye’de şiiri
takip eden bir kitle var, dünyanın birçok ülkesindekinden daha fazla hatırı
sayılır bir kitle, ama siz okurların önüne her yıl yüzlerce şiir kitabı
koyarsanız, okurdan pirincin taşını ayıklamasını beklemeye hakkınız yok. Somut
bir örnek vereyim; Komşu Yayınları’nın Delisarmaşık Kitapları var mesela; Enver
Ercan neden bu diziden çıkan şiir kitaplarının Varlık Yayınları ya da
yasakmeyve Yayınları’ndan çıkarılmasına vesile olmuyor da üçüncü lig bir
diziden çıkarıyor dersiniz. Türk şiirine en büyük kazığı kendilerinin dahi
beğenmediği şiirleri yayınlayanlar atıyor; dergi tezgâhından geçmemiş, edebiyat
kültüründen bihaber olduğu özgeçmiş ve fotoğraflarından bile belli olan birçok
ismi bu yayınlar sayesinde tanıdık. Kimse de çıkıp Enver Ercan’a “Abi sen ne
yapıyorsun?” demiyor, neden mi, yatırım aracı olarak eleştiri demiştim az önce,
eksi hesap edebiyatta da pek makbul değil maalesef. Yediği içtiği ayrı gitmeyen
en yakın dostlarını bile kırma pahasına doğru söylemeyi göze alanlar beri
gelsin.
Siz isim vere vere anlattınız, o
zaman bir soru da isimsiz eleştiri kültürümüzle ilgili gelsin. Nedir bu işin
aslı, neden eleştirirken serzenişte bulunurken hep “bazıları”ndan bahsediyor
yazar – şairlerimiz sizce? Zaten kavgaların gırla döndüğü bir ortam burası, her
laf da muhatabına ulaşıyor. Bir çekince varsa eğer bu çekinceyi yok etmemiz
gerekmez mi?
Çekince var evet, “taşı
gediğine koyarsam yalnız kalırım” korkusu. Tavuğuna bile kışt demediğim
adamların sırf bu sosyal ilişkiler ağından dolayı benden uzaklaştıklarını
gördüm, hadi yine isim vereyim, Akif Kurtuluş ve Osman Konuk. Sebebi de
bildiğim kadarıyla Ahmet Güntan’ın 2000’ler şiirinin hamiliğine soyunmasına
karşı çıkıp Heves Dergisi’nden
ayrılarak kapanmasına vesile olmamdı, vesile diyorum, yazım hatası değil, bir
derginin kendisini o dergi yapan hasletlerinden uzaklaşmadan zirvede bitmesi
iyidir. Başka bir sebebi varsa hodri meydan, çıkar söylerler. 2000’lerden sonra
yazan şairlerin üzerinde şiiriyle hiçbir etkisi olmamış, tam tersine onlardan
-iyi ki de- feyz alıp şiirini değiştiren Güntan’ın şimdi bile dışarıdan
bakılınca bu dönemin “abi”si gibi algılanmasına hayret ediyorum. Ömer Şişman,
Aslı Serin ya da Mehmet Davut Özdal şiirinin Ahmet Güntan şiirine ne borcu olabilir;
biri çıkıp bunu şiirsel bağlamda anlatırsa “iyi insan”lığı değil şiiri konuşmuş
oluruz. Şiiri sosyal ilişkilere değil gerçeklere başvurarak ayakta tutabiliriz,
şairler etrafındaki 3-5 kişiyi kaybetme riskini almamakla, yüzlerce, uzun
vadeli düşünecek olursak binlerce okuru sağlıklı bir şiir dünyasından mahrum
bırakıyorlar, tercih meselesi, ben “Doğrucu Davut”luğu seçtim. Birlikte iş
tuttuğunuz insanların eleştirilerine tahammülünüz yoksa, ya da onları
eleştirmeye cesaretiniz yoksa şiiri “aile ve sosyal yardımlaşma derneği”ne
çevirirsiniz. 3 yıldır birlikte Natama dergisini
çıkardığımız Davut Yücel’in 6. sayımızda bana yönelttiği eleştirilere
bakarsanız ne demek istediğim daha iyi anlaşılır; şiirde arkadaşlık istiyorsanız
birbirinin sırtını koşulsuz sıvazlayanların değil birbirini eleştirerek yan
yana durmayı becerenlerin arkadaşlıklarına bakın.
Röportaj ve soruşturmalardaki
cevaplarınızdan anlaşılıyor ki, “basit insan”ın dertlerinin şiirde
anlatılmasından yanasınız. Bunu zamanında çok anlattığınız için konuya
girmeyelim, zaten bu röportajı okuyan insanlar o cevaplarınızı da okumuşlardır.
Sonuçta dergiler uzun süredir aynı kısıtlı sayıdaki insan için çıkıyor. Sizin
şiirinizde çok öne çıkmış bir şahsilik var. Ailenizden, şiirde aynı tanıdık
isimlerden sıklıkla bahsediyorsunuz. Her ne kadar: “şair bazen çok şahsi
şiirler yazıp camiayı şaşırtmalıdır.” deseniz de, bunu bazen yapmıyormuşsunuz
gibi. Ben Google Değilim’deki “Yerçekimi” şiirinizi de hatırlayabiliriz burada.
Bana öyle geliyor ki şu senelerde şiirimizde şair, şiir kişisi olarak eti
kemiğiyle kendini anlatıyor. Bu yüzden şiir kişisi demeye gerek kalmayacak
belki de yakında. Oysa kültlere baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz.
En azından bir Akçaburgazlı Yekta var mesela, ya da Çağrılmayan Yakup… Böyle
somut kişileri geçsek bile, İsmet Özel’deki o bilgiç, iddialı (Buraya elbette
birçok sıfat gelebilir.) şiir kişisinden eser yok şimdilerde. Bu değişim basit
insanın şiire girdiğine yorulabilir mi?
Peki, kültlere de
bakalım, onlar da şahsidir, şiir de sanat da özünde bal gibi şahsidir. “Bugün Pazar./ Bugün beni ilk defa güneşe
çıkardılar./ Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün/ bu kadar benden uzak/ bu kadar
mavi/ bu kadar geniş olduğuna şaşarak/ kımıldamadan durdum.” Nazım Hikmet
bu dizeleri bir plazada, bir reklam ajansında ya da bir şantiyede çalışırken
yazabilir miydi, yazsa da biz bu dizeleri bu kadar sever miydik? İsmet Özel
dünya görüşünü değiştirmeseydi belki de Bir
Yusuf Masalı yerine Erdal Eren hakkında bir kitap yazacaktı, kim bilir?
Daha eskilere gidelim, Nedim’in eşcinsel eğilimleri olmasaydı bir hayranına bu
beytinde şu sözleri söyletebilir miydi?: “Yemin
edüp kılıcım kabzasına nezr etdim/ Bulup Nedim’i iki buse eyleyeyim isar”. Şahsi konuları yazmakla o şahsi durumdan
herkesi ilgilendiren bir yaşam çıkarmak ayrı şeyler, herkese dokunmak için de
elinizdeki en iyi malzeme şahsi tecrübenizdir. Bu nedenle değme toplumcu
şiirlerde bile bir şahsilik bulmanız işten bile değildir. “Şair bazen çok şahsi şiirler yazıp camiayı şaşırtmalıdır.” derken aslında öze dönüşten bahsediyorum; şiirin
bu kadar “sembolik bir evren”de, kapalı çevrim çalışan bir düzeneğe dönüşmesine
bir itiraz var bu dizelerde. Sanatta en keskin en ferah atılımlar genellikle
kapalı çevrime bir itirazdan doğmuştur, hâsılı kelam sanat özerkleşince imdadınıza
şahsiyet ve tecrübe yetişir. İşe bak ki meğer karımdan, kızımdan bahsederken teorik
bir mevzuya dalmışım, şahsi mi demiştin?
Bizim şiirimizde “rab” kavramı
çok sık ele alınıyor. Allah bir şeylerin emrini verip bazı durumları başlatsa
da şiirlerde özne konumuna gelemiyor, bir şiir kişisi kadar olamıyor; genelde, yapıp ettikleriyle şiire
malzeme olabilen, bunu da yerine getirdiği
işlevlerle sağlayan bir rab var diye düşünüyorum ben. En basit örnek, yarattığı
iyi karanlıkla Turgut Uyar’ın övgüsünü alan tanrı... İşini yapıyor ve takdir
edilip gidiyor. herkes iyi mi? kitabınızdaki
“biraz kemik, lütfen” isimli şiirinizden yola çıkarak bu soru aklıma geldi bunu
da belirtmem gerek. O bağlamda cevaplamanızı rica ediyorum. Bizde şairler sanki
Allah’ın zati ve subuti sıfatlarını bir genel kültür bilgisi olarak ediniyor ve
böyle bir Allah’a şiirde yer veriyorJ Oysa Batı’da edebiyatta, sanatta Allah kadar söyledikleri, metinleri de
önemli. Bunların bazılarını, konuya hâkim
olmadığımızdan metnin içinden çıkaramıyoruz ancak birçok eserin başındaki
atıflardan anlaşılıyor, kanonlara mesela. Böyle bir karşılaştırmadan sonra,
edebiyatımızda Allah’a çok sık rastlamamıza rağmen onun neler söylediğine pek önem
verilmediğini düşünmek yanlış bir tespit midir? Şairlerimizin Allah algısının
ne kadarını Kur’an oluşturur mesela?
Az önce şiirde
şahsilikten bahsettik. Sanırım Mehmet Akif, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi
dini bütün şairleri düşünerek bu yorumu yapmadın. “Ölüyorum tanrım/ Bu da oldu işte/ B”; bu dizeleri bu şairlerden hiçbirine
yakıştırmayız, ama Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı şiir dersek taşlar
yerine oturur. Din, bu söyleşinin sınırlarını aşan bir konu ama şiirdeki dini
konuşuyorsak şu kadarını söyleyeyim: Şair aynı dili konuştuğu, aynı kültürel
havayı soluduğu halkın değer yargılarına -o değer yargılarının bazılarına
inanmasa bile- saldırmak ya da kendini büsbütün o değerlerden izole etmek yerine,
aynı kültürün verimlerini kendinin kılarak da kendi mizacını hayata bakışını aktarabilir
ve bu hiç de fena bir durum değildir. Şiirde bırakalım dini, siyasi ya da başka
kallavi bir konuyu; en basit bir mevzunun bile ilk defa söylenmiş gibi bir hisle
yazılmasını beklemek bizi şiire daha çok yaklaştırır. Şair dört başı mamur, ezelden
tanımlı bir evrenden konuşursa oradan kısık sesli bir şiir çıkar.
Son kitabınızda “Ceryanlı” isminde bir şiiriniz var. Ben Google
Değilim’deki şiirlere benzeyen bir biçimde başlıyor. Sonra sert bir değişim
görüyoruz metinde. O değişimde kendinize kızıyorsunuz. Bu kitabınız yedi yıl
sonra çıktı. “ceryanlı”daki değişimi yazdığınız şiir için genelleyebilir miyiz?
Ayrıca sesi en az kurcaladığınız, kelimeleri en az bölüp parçaladığınız
şiirleriniz bu son kitabınızda. Kast ettiğiniz değişiklikler varsa şiirde, burada sözü size bırakıyorum.
“Ceryanlı”da aslında
tam tersi bir durum var; lirik, hatta ağlak bir eda ile başlıyor şiir, ama işte
ne kadar kotarabildiysem “ben”ce bir liriklik ve ağlaklıkla. Ben Google Değilim’deki şiirlerle
kıyaslayacak olursak “Ceryanlı”nın II. bölümündeki senin sert değişim dediğin
şey aslında Ben Google Değilim’deki
söyleyişe daha yakın. Kendime kızma değil, kendine gelme diyelim; iliklerine
kadar acı çekiyorsun ve tam kendini koyuverecekken masayı devirip “ne
yapıyorsun, kendine gel” dediğimiz anlar vardır hayatta, o geçiş böyle bir
geçişti, gerisi şiirin kendisi zaten daha fazlasını anlatmama gerek yok.
“sesi en az kurcaladığınız, kelimeleri en az bölüp parçaladığınız
şiirleriniz bu son kitabınızda” dedin herkes
iyi mi? için. “Tarlasını yağmurun yağdığı yere taşımak” diye bir deyimimiz
var. Sesi kurcalamak, kelimeleri bölüp parçalamak, daha yaygın bir deyişle
biçim arayışları benim hedef tahtam değil; bunu övünmek için söylemiyorum,
hatta hayıflandığım da bir durumdur bu, bugüne kadar masa başına geçip kurduğum
tek bir şiirim dahi yoktur, hayatta beni bir şeyler beni dürtmüştür ve ben kendimi
şiir yazarken bulmuşumdur, dille meselemi de beni dürten ne ise o belirliyor. Ben Google Değilim’i yazdığım zamanlar öyleydi
ve iyi ki öyle yazdım, kitabın gördüğü ilginin üzerine yatıp o göğün altında aynı
yağmuru beklemeyeceğim, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Eğer o şiirin ilk bölümü lirikse,
sizin liriğiniz de hiç lirik değilmiş doğrusu J Ben lirizmi bir tehlike olarak görüyorum, en
azından kendi yaş grubum için. Çünkü iyi şiir yazan gençler bazen çok ağlak
metinler çıkarabiliyorlar: Kendileri ağlamış
ama okuyanı ağlatmak istemişler, bunu becerememişler belli... Böyle şiirler
yazmaktansa bilinçli olarak sert durma taraftarıyım. Sizin bu konudaki
görüşünüzü merak ettim: Şairler lirik üsluba
karşı biraz mesafeli durmalı mı?
Evet, “benim liriğim de hiç
lirik değil”, tuttum bunu; boşuna “lirk birisi” demedim kendim için, lirik
değil, lirk. İşin özü şu; kendi adıma şahsiliğe, kişisel tecrübeye ve sese önem
verip lirizm düşmanlığı yapmanın doğru olmadığını düşünüyorum; 2000’lerden sonra
tam olarak anlatılıp anlaşılamadan yapılan bir lirizm düşmanlığı vardı. Benimki
bu abartılı düşmanlığı makulleştirme denemesi diyelim; lirik, epik ya da başka
bir türde karşı olunması gereken bir şey varsa o da ezberlenmiş kitabi bir
yoldan gidilmesidir. Turgut Uyar’ın bir dizesini hatırlatayım: “Biliyorum kafiyeyi bozduğumu./ Başka
şeyleri de bozduğumu. Ve biliyorum ki/ hüzün varsa içinde, bozukluk bile
hoşuna gider Naci’nin/ Biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile”. Lirik
bir söyleyiş ve eda var bu şiirde ama bozukluk diyor, kendinin lirizmi yani. Enis
Akın’ın “yalnızlıkt uhafb irt utuştur”
dizesindeki lirizm de öyle değil mi, binlerce kez söylenmiş yalnızlığı burada
ilk defa tecrübe ediyormuşuz gibi okuruz. Sinemada Çağan Irmak var mesela,
resmen hazır paket duygularla ağlatmak üzerine kurar filmlerini, ülke olarak
çok sevdik. Sanatsal değeri, sinema sanatına katkısı ise yok, bir kehanette
bulunayım, 50 yıl sonra Zeki Demirkubuz sineması diye bir şey konuşulacak ama
Çağan Irmak bugünün Ümit Yaşar’ı olarak kalacak, ismen var ama damarlarda
olmayacak.
Yine “Ceryanlı”da
“üçüncü sınıf şair ağzı” diyorsunuz. Üçüncü sınıf şairlere ne yapmak lazım? Kitapta
küçücük bir gönderme yeterli midir? Ya da Cihat Duman gibi, blog yazılarında
onları yerin dibine mi sokmak gerek? Yoksa İzdiham, Ot, Kafa, Cins gibi
dergilere gösterilen bir tavır var: “Yahu tamam eleştirelim ama millet iki üç
sayfa bir şey okuyor bu dergiler sayesinde.” deniyor. Böyle mi yapmak lazım
üçüncü sınıflara? Olsun insanlar şiirle ilgileniyor en azından, diyebilir
miyiz?
İsim vermek ve
eleştiriden korkmak üzerine o kadar konuşmuşken Cihat Duman’ı hatırlatman iyi
oldu. Bazen kantarın topuzunu kaçırsa da kırmadığı kavga etmediği çok az kişi
vardır; ne oldu, yalnız mı kaldı, kurtlar mı yedi Duman’ı? Yeni kuşağın en çok
okuduğu ve takip ettiği isimlerden biridir. Öte yandan şiir camiası diye bir
mefhumu dahi yadırgayan, ilişkilerden uzak kendi köşesinde dillere yapışan
şiirler yazan Özgür Göreçki için de aynı şey geçerli. Şiir okunmuyor, çok az
okunuyor. Ben gerçekten bu söylemden çok sıkıldım. Şiir öyle arş-ı alada
gezinen insanların yaptığı bir iş değil ama stadyumları dolduran işlerle de
kıyaslanacak bir tür de değildir. Marx’ın “sanattan anlamak için sanattan
anlamanızı sağlayacak bir eğitimden geçmiş olmanız gerekir” minvalinden çok
yerinde bir sözü var. Eğitim de yetmez, o sanata başka bir deyişle o ifade
olanağına meyliniz de olmalı. Şiir yazan herkes bu durumu fark etmiş olmalı;
etrafınızda eğitimli donanımlı ve şiir yazdığınız için sizinle iftihar ettiği
halde zahmet edip şiirlerinizi okumayan insanlar var, buna ne diyeceksiniz? Çok
basit, hayatını devam ettirmesi, kendini ifade etmesi için haz duyduğu başka
şeyler var ve biz herkesten şiir sever olmasını beklemekten vazgeçmeliyiz. Soruna döneyim, bahsettiğin dergilerin çoğu
stadyumlara türbinlere oynuyorlar, erkek düşmanlığı ile feminizmi birbirinden
ayıramayacak kadar beni hayal kırıklığına uğratan PULBİBER’i de ekleyebilirsin; edebiyatçıların feminizminden bir
sistem eleştirisi beklemek hakkımız ama sorunu erkekte gören bir yaklaşım var
bu dergide de. Birkaç kişiyi edebiyata getirirlerse ne ala, hiçbir itirazım
yok, benim esas meselem daha içeriden görünüp hem kendini şiirle donatan hem de
şiire eğilimli insanların beğeni eşiklerini aşağıda tutan dergilerle. Baki
Ayhan T. var mesela, adam uyuşturucu gibi, kitabı çıktığı ay en az 10 dergide
vasati kırk çöp fikirleriyle bombardımana tabi tutuluyorsunuz, bir Baki Ayhan
cümlesiyle şiire bakışını değiştiren aklıselim sahibi biri var mıdır acaba? 21.
yüzyılda sözcük elitizminden bahseden, simetrik yapı diye uydurma bir manifesto
yazıp sonradan çark eden birinden bahsediyoruz. Kitaplık,
Varlık, yasakmeyve, Üçnokta ve
daha bilmem kaç dergiyi aynı ay domine edebiliyor. Adamın kendisine saygısı yok
anladık, bu dergilerin editörlerinin de dergilerine, okurlarına saygıları yok
mu? Bir zamanlar Ahmet Ada’ya bu tutumundan dolayı saydırmak kolay ve adettendi,
Baki Ayhan T. edebiyatımızın yeni Ahmet Ada’sı hatta daha fenası; Ahmet Ada
saflıktan yapıyordu, Baki Ayhan ise tam bir kurnaz ve PR’cı. Şiiri Özlüyorum dergisi var bir de; şiirimizin
sevgi çiçek böcek bahçesi, son bombayı da söyleyeyim de kapatalım. Derginin
editörü Fuat Çiftçi Noktürn Yayınları’ndan bir şiir kitabı çıkarıyor, kitabı
dergisinin poşetinin içine hediye olarak veriyor diyeceğim ama değil, derginin
fiyatını 15 tl’ye çıkarıyor, cebren ve hile ile satış yani, şiir okunmuyor mu
demiştiniz, niye okunsun, düzey bu, edebiyat mı yapıyoruz sirkte miyiz biz
şairler bile farkında değiliz.
“dolmadan taşma ey türk şairi, az dur, az dinlen biraz/ dolmadan taşanı
dinlendiren büyük bir şiirimiz var” dizelerinde şair şiirimizden bahsederken
hangi söz sanatına başvurmuştur?
a)Tariz b) Kinaye c) Kapalı İstiare d) Mübalağa
Hepsi, ya da hiçbiri J
Ağaçları korumak için yazdım. Az yazalım iyi yazalım; ağaçlara ve okurlara kıymayın
efendiler.
Cok iyi bir saır
YanıtlaSil